12 Eylül öncesinde Ferhat Tüysüz, Veli Can Oduncu gibi isimlerle birlikte kendi ifadesiyle "Kendini ve ülkücüleri savunan bir ekip içinde" yer aldı. 12 Eylül'ü ise firari olarak karşıladı. Verdiği mücadeleyi ve 70'li yılları "O dönemi Alparslan Türkeş'in ekolünden hiç kimse bizi kullandılar diye açıklayamaz. O yıllarda ülkücüler Türkiye için var olma yok olma savaşı veriyordu; ancak testiyi kıranla, tutanı bir saydılar" diye değerlendiriyor. Beş yılı tek tip hücre olmak üzere 10 yıl cezaevinde kalan Arpacık ile İstanbul’da, Seyrantepe’de görüştük...
1 Mayıs 1958'de, orta düzeyde hatta zamanın şartlarının biraz üzerinde geliri olan kalabalık bir ailenin altıncı çocuğu olarak Erzurum'da dünyaya geldim.
Babam, ilim irfan sahibi bir kişiydi. Mahalledeki büyüklerin hepsinde açık olarak görülen yüksek ruh seviyesini, hayatın her kademesinde ona hissettiren bir aile reisiydi. Köklü bir aile geleneğinin yanında, Erzurum'da hep var olan kontrol mekanizmasının sürekli işlediği ölçülü bir hayatın içinde gözlerimi açtım. Erken büyümüştük. İlk ders, ilk oruç, ilk namaz derken hayatımın her zerresini düzenleyecek olan sarsılmaz ilkelerin beslediği sağlıklı bir büyüme yaşadım. On yaşında gitmeye başladığı Ülkü Ocakları benim ilk ilim yuvam oldu ki, o zaman “Genç Ülkücüler Teşkilâtı” olarak faaliyet gösterirdi.
Erzurum’da işlenen ve insanlık suçu olarak tarihe geçen Rus ve Ermeni mezalimi üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Daha izleri çok taze olan bu olayın mağdurlarının birçoğu hayatta olduğundan tarihi birinci elden dinleme imkânına sahip olarak gençliğe erdim.
"ÜLKÜCÜ DOĞDUM"
Yıllarca Türk koruma şemsiyesi altında mutlu bir şekilde yaşayan Ermenilerin yabancı devletlerin kışkırtmasıyla da olsa Türklere saldırmasına bir anlam veremiyordum.
Bölgemizde meydana gelen Ermeni katliamları ve onların yürek yakan birçok öyküsünü bilmemize rağmen, bizleri eğitenler düşmanlık üzerine değil, sevgi ve barış merkezli bir öğretiyle yoğrulmamızı sağladılar. Bize kin ve nefret libası değil, dostluk hırkası giydirdiler. Aşk pınarlarından kana kana sevda içmeyi öğrendik büyüklerimizden. Millet, bayrak ve devlet sevdası. Allah sevgisiyle kuşattık bütün sevdalarımızı.
Ülkücülüğüm aklımın kestiği hatta hatırlayabildiğim en eski günlere kadar gider. Bir bakıma ben doğuştan ülkücüydüm veya daha düz bir anlatımla anamdan ülkücü doğmuştum. İlk olarak ailem, sonra da okulumdan aldığım sağlıklı bilgi beslenmesi ile gelişen ruh ve gönül dünyam vatan cephesinde yer almamı gerekli kılıyordu.
"ÖNCE TÜRK HAKANLARI GÖNLÜMÜZDE TAHT KURDU"
Türkistan, Azerbaycan, Kerkük, Afganistan gibi Türk yurtları, bizi müthiş bir ilgiyle kendine doğru çekiyordu. Haçlı Seferleri ve Türklerin efsanevi direnişleri de bizleri oldukça etkilemişti. Bu konuda destanlaşan büyük komutanların hikâyelerini ibret ve hayranlıkla dinliyorduk. Osman Batur'u anlatırdı büyüklerimiz, Şeyh Şâmil'i anlatırdı.
Okul öğretmenlerimiz, Haçlı Seferleri’nden ehemmiyetle bahseder ve küçük dünyamızı, büyük bilgilerle bezetirlerdi.
"CEZAEVİNDEKİ 10 YILIN 5'İ HÜCREDE GEÇTİ"
Çocukluk yıllarım zor ve hırçın tabiat şartlarıyla mücadele içerisinde fakat doğru bilgilendirme ile geçti. İstanbul Üniversitesi’ni kazanmakla beraber doğup büyüdüğüm, Erzurum’dan ayrıldım. Gençlik dönemimde ise, 1980 öncesindeki fırtınalı savaş günlerinin tam orta yerinde bulmuştum kendimi. İstanbul Üniversitesi’nde tarih ilmi tahsil ederken, 13 Şubat 1978’de hapse düştüm. Sürgünden sürgüne yollandığım zindanlardan defalarca kaçmaya teşebbüs etmeme rağmen, Sağmalcılar ve Yozgat Cezaevi’nden olmak üzere iki sefer firara muvaffak oldum.
Tamamı yaklaşık 10 yıl olan hapis hayatımın beş yılını hücrelerde geçirmek zorunda kaldım. Kitaplar vasıtası ile ve kendi kendime yabancı dil öğrenirken, cezaevlerindeki ecnebi tutuklularla bu lisanların pratiğini yapabilmiştim. Hapishaneden çıkınca da “Nerede kalmıştık?” diyerek dış dünyadaki mücadeleme kaldığım yerden tekrar başlayıp, 1992 yılında Karabağ savaşında kardeşlerime yardım için Kafkaslar’a koştum. Bu arada çıkan öğrenci affından faydalanarak 27 yıl sonra da olsa tahsilimi tamamlayarak İstanbul Üniversitesi’nden diplomamı aldım.
"TÜRKEŞ'İ 10 YAŞIMDA DİNLEDİM"
60’ların sonunda başlayıp 70’lerde yayılan kaosu, ülkenin karışık sosyal yapısını düzene sokacak tek yapı ülkücü hareketti. Başbuğla tanışmam, memleket meselelerini daha yakından izleme imkanı bulmama vesile oldu. Erzurum teşkilatında onu dinliyorum.
Yakın tarihimize mührünü vuran Alparslan Türkeş, ceset, kan ve irin karışımı bir kaide üzerinde yükselen Sovyet İmparatorluğu'nun ülkemiz aleyhine yürüttüğü yıkıcı faaliyetleri açıklarken, bir taraftan da millet iradesi ile oluşturulacak direnç noktalarını şekillendiriyordu. Muhteşem hitabeti dolayısıyla ihtilalin gür sesli albayı olarak tanınan Türkeş, etkili konuşmasını bitirdiğinde salon derin bir sessizliğe gömüldü. Yeni gelişmeye başlayan düşünce dünyamda kasırgalar kopmuştu. On yaşlarındayım…
Masum öğrenci hareketleri şeklinde başlayan komünist faaliyetleri, kabuğunu kırarak açığa çıkmış ve devlete meydan okuyan örgütlü bir başkaldırıya dönüşmüştü. Üniversiteler işgal ediliyor, boykotlar ve peş peşe düzenlenen korsan mitingler sebebiyle eğitim-öğretim tam anlamıyla bir kargaşa ortamına sürükleniyordu.
"ORDU, POLİSİ KORUYORDU"
Devletin güvenlik teşkilatları çaresizlik içerisinde bocalarken, sadece kendilerini emniyete almanın derdine düşmüşlerdi. Her polis otosunda iki asker görev yapıyor ve bir anlamda ordu, yoğun saldırılar karşısında oldukça hırpalanmış olan polisi korumaya çalışıyordu. Polis merkezlerinde mesai bitiminde resmi elbiseleri poşetlere koyan memurlar sivil kıyafetler giyerek dışarı çıkabiliyorlardı.
Emniyet güçlerinin bu açık zaafı ile beraber, sahipsiz kalan esnafa baskı uygulayan örgütler, ‘kepenk kapatma’ eylemleri düzenleyerek günlük ekonomiyi felce uğratıyordu. Yokluklar başlamış, açık olan birkaç dükkan önünde uzayıp giden kuyruklar insanları canından bezdiren bir vaziyet almıştı. Fatsa, Ünye ve Aybastı ilçelerimiz başta olmak üzere birçok yerleşim birimi şer örgütlerinin kontrolüne geçmişti. Ülkemizi idare edenler, daha doğrusu bizi yönettiğini zannedenler, gaflet ve dalalet içerisinde yarı baygın bir vaziyette, çaresizdiler. Bürokrasinin bütün üniteleri kilitlenmiş ve sistem işlemez bir mahiyet kazanmıştı. Her kafadan başka bir ses çıkıyordu. Sosyal yapı kevgire dönmüş her yandan sızdırıyordu. Ortalık mahşer yeri gibiydi.
"VE TÜRKEŞ SORDU: 'HİZMETE VAR MISINIZ?"
Bir günde 30-40 kişinin can verdiği bir kan tarlasına dönen cennet yurdumuz, binlerce yıllık tarihindeki en ağır tehdit ve tehlike karşısında “Kimse yok mu?” diye feryat ederek kurtarıcısını arıyordu ki, bir 'Bozkurt' sesi yankılandı ülke topraklarında: "Biz varız!"
İşte o soğuk kış akşamı, ülkemiz aleyhinde şekillenen ağır tehlikeyi bütün detayları ile tahlil ve teşhis ettikten sonra buhrandan çıkışın yollarını gösteren Alparslan Türkeş, konuşmasının nihayetinde tekrar sordu: "Hizmete var mısınız?"
Hep bir ağızdan yükselen cevap ise, ülkemizin serhat boylarını aşarak gök kubbede yankılanıyordu. Zor günlerin hizmet ehli olan asil milletimizin has evlatları bu çağrıya anında karşılık vermişlerdi: "Varız!, Biz varız!"
Sovyet Rusya’nın istilâ, işgal ve imha arzularını hayata geçirmek için yurdumuzda çevirdiği dalavereler ve fitne fesat dolaplarını onların kafalarında parçalayacak olan bir savaş nesli, hile ve desiselerini târ u mâr edecek olan bir altın nesil işbaşı yapmıştı. Onlar; Bozkurtlardı.
Seminer sonrasında biz küçükleri erkenden evlere yolladılar. Alparslan Türkeş’in tok sesi, küçük beynime inen balyoz darbelerinin ağır titreşimleri gibi yankılanarak büyüyordu.
"ZAMAN DEĞİŞİR AMA İNANÇLAR ASLA"
Tarih ilmi, her dönemi yaşandığı zaman dilimi içerisinde değerlendirir. Bu sebepten bugünle dünün gençliğini ve bu vesileyle olayları kıyaslamak bizleri doğru bir sonuca götürmez. Zaman değişir; fakat inançlar asla. Biz de bu sarsılmaz iman ile yüce milletimizin emrinde her türlü hizmete hazırız. Bayrak koşusunun en zorlu dönemeci olan son yüz metresi başlamış bulunuyor. Bizden sonra gelip yetişenler bayrağı alarak daha ileriye taşıyacaklardır. Yeni nesilden oldukça ümitliyim.
Bizim kaygımız sadece ülkemiz içindi. İşkence zamanlarının hiçbir zerresini unutmak mümkün değildir. Unutmak tükenmektir. Günlerden Pazar... Osmanbey'de bir işyerimiz var orada kamufle oluyoruz. Pencereden bir arkadaşımızın geldiğini görünce kapıyı açtım. Resmi üniforma var üzerinde. Hapishaneden tanıdığım ülkücü hareketin faal mensuplarından Mehmet Koçak. Askerlik görevini yapıyor. O vakitler Avcılar'da bulunan Askeri Kamp'taki vazifesini ifa ederken bir günlük izin alıp yanımıza gelmiş. Hasret giderip 12 Eylül hareketinin tahribatından konuşuyoruz. Saat 15.00 olunca artık gitmesi gerekiyordu. İki saat sonra birliğine teslim olması için.
Osmanbey tarafı bizim için arama tarama faaliyetleri açısından biraz güvenliydi. Bu sebepten Mehmet'i yola vurayım düşüncesiyle durağa kadar birlikte gitmek için dışarı çıktık ve Harbiye'den Taksim istikametine doğru yürüyoruz. Bir iki dakika sonra Notre Dame de Sion Fransız Lisesi önüne geldiğimizde aniden etrafımız çevrilmiş ve otomatik silahlı on-on beş kişilik bir tim bizi gözaltına almıştı. Yol kenarındaki Harbiye Kışlası’na götürdüler.
Tamamen tesadüf... İzinler kaldırılmış olduğundan resmi kıyafetli asker dikkatlerini çekmişti. Mehmet'i bıraktılar. Benim
kimliğimde askerlik vaktim gelmiş olduğundan durumumu öğrenmek istiyorlardı. Binbaşı rütbesinde bir asker ve iki sivil bizi kısa bir sorgudan geçirdi. Siviller beni incelerken, telsizlerinden gelen anons kodlarından onların polis ve siyasi şubesinin personeli olduğu anlaşılıyordu. Askeri atlatmak kolaydı; ama bu ikisi beni müthiş tedirgin ediyorlardı. Her hareketimi büyük bir dikkatle takip ettiler. Gözleri bendeydi.
"Talebeyim, askerliğimi tecil ettirdim", dediysem de onlar bir inceleme yapacaklarını söyleyerek beni, asker kaçaklarını koyduklarını öğrendiğim basit bir hücreye attılar. Osman Altuğ adına düzenlenmiş olan kimliğim sağlamdı ve bu yüzden bir endişem yoktu. Aksi takdirde oradan firar etmek zor görünmüyordu. Hücre, kantinin içindeydi ve birçok asker burada dinlenirken sohbet ediyorlardı. Bunların konuşmalarından büyük bir siyasi grubun burada sorgulandığını anladım. Hemen taşları birleştirerek meseleyi yorumladım.
"SAVCIYA TESLİM ETMEK YERİNE, İŞKENCEYE ALDILAR"
Buradaki işkence merkezinde sorgulananlar bizim arkadaşlardı ve binbaşının odasında gördüğüm o iki polis bu işin sorgu ekibindendi. Sol örgütler Emniyet Müdürlüğü'nde sorgulanıyor, bizimkilerse Harbiye’de tutuluyorlardı, bizdeki malûmat bu kadardı. Bu düşünceler içerisinde askerlerden biraz daha bilgi almaya uğraşırken birden ortalık karıştı ve özel eğitimli oldukları anlaşılan bir ekip aniden içeri girerek beni zorla yere yıkıp örgütlerden ele geçirdikleri pankart bezleriyle kafamı, yüzümü ve kollarımı iyice sardılar. Deniz bitti, dedim kendi kendime. O iki sivil canlandı gözlerimin önünde. Benim katillerim mutlaka onlar olacaktı, diye düşünüyordum.
Arkadaşlarımızın Harbiye'de ve Askerî Müze’nin altında sorgulandıklarını ve bize sadece yüz metre ötede olduklarını anlamıştım artık. Beni bir arabaya eller üstünde götürdüler. Uzak bir yere gidiyormuşuz havası vermeye çalışarak, aynı bahçe içerisinde dönüp durduklarını anlamak için üstün bir zekâ gerekmiyordu. Nihayet araba durdu. Ayaklarım bağsız olduğundan kendim yürüyorum. Onlar beni yönlendiriyordu, gözlerim ve kollarım sargıdaydı. İki üç kat aşağılarda bir yere indik. Etrafımdakiler birbirlerine 'Komutanım' diye hitap ederek ve sert emirler yağdırarak beni etkilemeye çalışıyorlar:
- Kimsin?..
- Yusuf Ziya Arpacık... Hapishane kaçağıyım. Başkaca bir suçum yok. Derhal savcıya teslim edilmem, usul gereğidir. Beni burada tutamazsınız. Bir yumruk patladı suratımda. Ellerim arkadan bağlı, gözlerim de pankart bezleriyle sarılı olduğu halde dengem bozulmuyor, hatta yere çakılı gibi dimdik kımıldamadan duruyorum.
- Yumruğun çok zayıf arkadaş.
Alaycı ve küçük düşüren sözlerim onu çılgına çevirmişti. Peş peşe demir darbeleriyle sarsıldım. Artık tabancayla vuruyordu. Yüzümde müthiş bir uyuşukluk oldu. Yaralanan dilimle ağzımın içini kontrol ettim ve bir iki çevirdikten sonra kırılan dişimi dışarıya tükürdüm. Çeneme doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Yine de düşmemiştim. Ayaktaydım...
Sorgum orada başladı. Bizi gözaltındaki arkadaşları kaçırmaya çalışmak amacıyla bölgede olmakla suçluyorlardı. Sorguculara göre asker elbiseli Mehmet Koçak da bu sebepten Harbiye'ye gelmişti. Onu da birliğinden getirmiş ve ağır bir işkenceye almışlardı. İçerde adamımız olup olmadığına yönelik yoğun bir sorgu devam ediyordu.
"İŞLEMEDİĞİM CİNAYETTEN SORGUYA ALDILAR"
Aynalı oda teşhislerinden sonra bir iki arkadaşı yanımda konuşturdular. Muhtemelen onların da gözleri bağlıydı. Derken sorgucu, şarap fabrikasının önünden geçerken aldığım iğrenç kokuya mesken ağzını açtı. Lağım patlamıştı:
- "Sen, İsmet Koçak, Aydın ve Samet, birini öldürmeye gittiniz. Daha önceden gaspedilen kırmızı siyah renkli Anadol marka bir araçla yol kenarında beklerken, hedefiniz, başka bir güzergahı kullandığından oradan geçmedi. Belediye başkanı olan hedefi, daha sonra ortadan kaldırmak üzere eve dönüp başka bir operasyon için çalışmaya başladınız. İki üç gün sonra aynı ekip bir başka eylemi gerçekleştirdiniz. Portakal renkli Renault marka bir otomobil ve biri 14'lü, Smitwesson, Parabellum ve biri 7.65 çapında olmak üzere dört adet silah kullandınız."
Sorgucu teferruat vererek aklınca benim gardımı düşürmeye uğraşıyordu. O ara duyduğum bir ses beni kendime getirmeye yetmişti. Arkadaşlarımızdan Abdülsamet Karakuş avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- "Yusuf yoktu kardeşim, zaten kaçaktır yakalanmaz diye onun adını vermişler. İsmet de yok. Bu işi biz yaptık tamam; ama eylemi yaptığım arkadaşları kod adlarıyla tanıyorum. Hilmi var, Yasin var, ama bunlar yok."
Mesele anlaşılmıştı. Büyük bir oldu bitti karşısında çaresiz suçu kabul etmeye zorlanacaktık. Zaten her şey bütün inceliğine kadar düşünülmüş ve programlanmıştı. Biz sadece kareyi tamamlayacak olan oyunculardık.
"AYAKLARIMIZ ŞİŞMESİN DİYE TUZLU SUDA YÜRÜTTÜLER"
Sorgucu, "Hiçbir suç önemli değil; fakat bize son kaldığın evi vereceksin" derken işkence faslı da giderek şiddetli bir mahiyet kazanıyordu. Yüz kişiye yakın bir sayıya ulaşmış olan gözaltındaki ülkücüler, benim gelmemle biraz rahatlamıştı. Çünkü bütün işkence bana yönelmiş ve diğer arkadaşlar biraz da olsa nefes alma fırsatı yakalamıştı. Sorgucu şaraplı nefesini tüketmeye büyük bir sabırsızlıkla devam ediyordu. Ben teşkilâtta fazla aktif olmadığımı söyledikçe, o köpürüyordu:
- "Tabii ki sen bir hiçsin, işte belinde bir tabanca yoksa sen de işe yaramaz bir hiçsin. Hani o çalımlı yürümeler, sürünmeye başladın bile. Bak bugün Alparslan Türkeş de buraya getirilecek, göreceksiniz."
İşkence, sıradan bir falaka şeklinde devam ediyordu. On, on beş saat böyle kaba bir sorgu devresini geride bırakmıştık. Tuzlu su üzerinde beni yürümeye zorluyorlardı. Böylece ayaklarımın şişmesini biraz yavaşlatmayı amaçlıyorlardı. Zaman zaman kafamdan aşağı soğuk sular boşaltarak bayılma ihtimalini zayıflatıyorlardı. Sorgucu hızlı adımlarla bir ileri bir geri giderken, ayaklarının çıkardığı sesi ezberlemeye çalışıyordum. Belki de ölmem, günün birinde bu adamı bulurum diye bir kimlik işareti olarak gördüğüm ayak seslerini yudum yudum içiyordum.
"SESİMİ BASTIRMAK İÇİN HARBİYE'DE MEHTER ÇALDILAR"
Susuz yanıyorum... Üç gün hiç durmadan işkence yapmışlar ve son kaldığım evin artık bir önemi kalmadığını söylüyorlardı. Muhtemelen evde diğer kaçaklar olacağını sandıkları için ilk üç gün hiç uyutmadan işkence yapmışlardı. Ancak yakalandığım fark edilmiş, ev de boşaltılmıştır, diyerek sorguyu başka yönlere kaydırdılar. Silahları istiyorlardı. Bir de defterimde Namık Kemal Zeybek'in telefon numarası çıkmış olduğundan, tanışıklığımızın derecesini anlamaya çalışıyorlardı.
Önemle üzerinde durdukları bir başka konu da bir öldürme olayıydı. Bizi daha öncelerde ihbar edip hapse düşmemize sebep olan biri, tek kurşunla kafasından vurulararak öldürülmüş. Bu saldırı benim kaçaklık günlerime denk geldiğinden bu olaydan da ben sorumlu tutuluyordum.
Çığlıklar ilk günkü kadar keskin olmasa da yankılanmaya devam ediyor. Fakat o ara beklenmedik bir gelişme yaşandı. İşkence anında benim feryatlarım yukarılara ulaşmış ve kaldırımdan geçen insanlar duyarak, sesin geldiği tarafa bakıyorlarmış. Bu haberi getiren şahıs, "Ağzını bağlayın öyle çalışın" diye nasihat ediyordu işkencecilere. Hatta sesimiz duyulmasın diye Harbiye Askeri Müzesi'nin önünde devamlı Mehter Takımı marş çalıyordu. Uğrunda mukaddes kanımızı seve seve akıttığımız Mehter Marşları, bu sefer de canımızı parça parça almak için 'davul başı' yapmıştı.
Takatsiz kaldım. Beynimde sıcak bir kaynama başladı. İşkence ruhuma yöneldi sanki. Bu ülke için hem de gönüllü olarak can veren bizler, yine bu ülke yararına; fakat para aldığı için çalışan, dün örgütlerin korkusundan resmi elbiselerini poşetlerde gizlerken bugün kahraman kesilenler tarafından sorgulanıyor ve suçlanıyorduk. Tek suçumuz var. Bu ülkeyi sevmek... Bu suçu ölene kadar işleyeceğimize dair bir kere daha yemin ediyoruz işkence meydanlarında. Babamızın tarlası için mi yapmıştık bu eylemleri!.. Cevabını bulamadığım sorular, beynimi zehirli bir akrep gibi sokmaya başlamıştı. Üstte mehter vuruyordu, 'Tarihler ağlar vatan yanarken, eller öz vatanda nara atarken...'
"İŞKENCEDE HERKES TEK BAŞINADIR"
- "Bir yudum su verin bari", diyerek inledim.
- "Ağzını aç" dediklerinde sevinçten uçacaktım neredeyse. Fakat o da ne! Ağzıma tuz basıyorlar. Tükürmeye çalıştıkça engel olup, bir yandan tuz takviyesine devam ediyorlardı. Bir müddet sonra ağzımdan kebap kokusu gelmeye başladı. Yanıyordum... Dudağımın biri yerde, diğeri gökteydi âdeta.
Gözümün önünde tek bir sahne çakıldı kaldı. Pangaltı'da Tunç Kafe vardı o vakitler. Vitrinde bir platform ve bir metre yukarı fışkıran soğuk ayran. Daha doğrusu ayran şelâlesi. Ben mıhlandım kaldım. Ne sorgucuyu duyuyor ne işkenceyi hissediyordum. Sadece o muhteşem ayran şov. Dünya durmuş, ayran ise dönüyordu.
Yirminci gün işkence biraz hafifledi. Artık sadece gündüzleri sorguya alınıyor, geceleri uyumaya çalışıyorduk. 12 numaralı hücredeydim. Daha bir tam gün bile giymek nasip olmayan yeni ayakkabılarım hücrenin önünde duruyor. Ayağım 10 beden kadar büyüdüğünden içeriye verseler bile zaten onlar da bir işe yaramayacaktı. Vücudumdaki yaraların kabuğunu kaldırdığımda akan kana hücremin duvarına şiirler yazıp, Yusuf Ziya Arpacık diye imza attığımı hatırlıyorum.
İki dirseğimi kot pantolonun belinden içeriye sokup ısınmaya çalışıyorum. Bir deri bir kemik kalmışım. Kafamı duvarlara vurmayayım diye pankart bezleriyle bağlamaya devam ediyorlardı. Bu arada ifade tutanaklarına atacağım imza için biçim oluşturuyorum. 'İmzam zorla alınmıştır' şeklinde bir imza geliştirdim. İlk bakışta anlaşılmıyordu ama mahkemede bunun açılımını yapmayı planlıyordum.
Karşı hücreye bir Dev-Sol militanı getirildi. Daha önce de bir kaç solcu getirmişlerdi buraya. Ben 'Kimsin?' diye bağırınca, adının Sinan Kukul olduğunu ve bir ülkücü bile vurmadığını beyan ederek sadece teorisyen olduğunu söyleyen bu örgütçü kısaca kendini tanıttı. Yalnızdı. Biz ise kalabalıkta yalnızdık. Herkes tek başına ölüyordu burada. Nitekim o gün battaniyelere sardıkları işkence sonucu cansız kalan bir bedeni büyük bir gizlilik içerisinde bir meçhule doğru alıp götürdüler, onun adı Salih'ti. O kadar...
"ÖLÜMÜ ŞİFA BEKLEYEN HASTA GİBİ ARADIM"
Sorgucu, öldürdükleri bir örgütçüden bahsederek, kafasından yaptığı kendince müthiş bir planı bana anlatıyordu:
- "Zeki Yumurtacı... Lenin Zeki... Öldürdük onu... Kaçıyordu vurduk numarası işte, biliyorsunuz. Hücre evini göstermek için bir ekiple Avcılar'a gitti. Evden arkadaşlarımıza ateş açıldı ve bu arada MLSPB İstanbul Sorumlusu Zeki Yumurtacı firar etmek isterken açılan ateş sonucu öldürüldü. Soldan bir, sizden bir kişi formülü bozulmayacak ve birinizi vuracağız. Yer göstermede bize tuzak kurdu veya kaçıyordu. Ülkücülerden en çok firar eden sen olduğuna göre, denge politikasını yaşatmak için ölüme en yakın aday da sensin. Hazırlan..."
Gafil nereden bilecekti ki, ben ölümü, bir hastanın şifa beklediği kadar, hasretle ve özlemle arıyordum zaten. Onun yaşamayı sevdiğinden çok fazlasıyla biz ölümü seviyorduk bu yerkürede. Sorgucunun tehditlerini 'Başüstüne' diyerek, aldım kabul ettim. Ama ölmedim. Öldüren ve dirilten ancak yüce Allah'tır. Ölüm ise mukadderdir, onun şekli ve zamanı anlamını değiştirmez. 'Yazılmış bir vakittir.'
Bazı arkadaşlar, suçlamaların hafif olması dolayısıyla biraz daha rahat olduklarından görevli askerlerle diyalog kurabilmişti. Bir akşam hücremden seslenerek 'kaç nöbetçi asker' olduğunu sorduğumda başıma geleceklerden habersizdim. Bunu duyarak bir firar teşebbüsüne yoran komutan 200 kiloluk paslı bir pranga getirerek beni kontrol altına almaya çalışıyordu. O akşam nöbetçi askerlerin sayısını sorduğum Halil Durmaz ismindeki arkadaşı alarak saatler süren ağır bir işkence yapmış ve yerlerde sürüterek hücresinin önüne getirmişlerdi. O ise sanki can çekişiyordu. İkinci ölüm vakası diye düşünmeye başladım. Boğazı kesilmiş gibi, hırıltıdan başka ses yok. Sonra da derin iniltiler. Ve karanlık bir sessizlik...
"DİŞİMİ GERİ VERİN..."
Aylar geçtikçe işkenceye adeta bünyemiz alışıyorduk. Vücudumuza elektrik vermelerini dört gözle bekler olduk. Sanki merhem gözleyen bir yara gibi işkencenin acı lezzetini arıyorduk. Her ilaç acıdır; ama kurtuluş da onun esrarlı terkibinde saklı değil midir!.. İşkencenin zirvesine oturduğumuz Harbiye’de, tevekkül bahçesinin bin bir çeşit güllerini koklayarak hayat buluyorduk. Derken bazı arkadaşlar için sorgu sınırı olan 3 ay dolmuş ve bize de Selimiye yolu görünmüştü. Gözlerimiz açık. Sorguculardan hiçbiri yok. Sadece nöbetçi askerler bizi mahkemeye hazırlıyor. Yılma Durak karşı blokta hayret ve dehşet içerisinde bana bakıyor. Kırk kiloya düşmüşüm. Demir parmaklığa tutunarak kapı ağzına geldim. Daha doğrusu sürünerek. Asker soruyor:
- "Özel eşyası burada kalan varsa söylesin."
- "Benim var."
Herkes eşyasını almış. Fakat askerin 'neyin var' sorusu üzerine ben başımı kaldırıp dudaklarımı hafifçe açarak, bir elimle tutunduğum parmaklığı bırakmadan, diğer elimle buraya ilk geldiğim gün tabancayla kırılan dişimin ağzımdaki boş yerini göstererek:
- "Dişim var" dedim. Asker de ben de gülerken arkadaşlar hüzünle bakıyordu.
90 güne yakın Harbiye'de sorgulandım. Kaba dayak ve falakayla başladılar elektriğe kadar her şeyi kullandılar.
"AKİF'İ YAKALASALAR DÖVE DÖVE MARŞ SÖYLETİRLERDİ"
Sadece 3 ay betonda yattığınızda kalça kemiğinizin üzerindeki deri kabuk bağlar ve kaşırken kanar. Harbiye'de ölümü bir gün içinde on defa aradığınız oluyordu. İşkencecinin "ister sağcıya ister solcuya işkence yapsın" dini, vicdanı, imanı, insanlığı yoktu ve hepsinin dili aynıydı. Açık kelepçenin koluma girmediği günler oldu. Kollarım o kadar kan toplamıştı ki artık kolumu çevirince toplanan kanın yer değiştirdiğini görüyordum. Savcıya çıkarırlarken koluma kelepçe takamadıkları için zincirleyip kilit vurdular. Çok şiddetli bir işkence vardı Harbiye'de...
Maltepe Askeri Cezaevi'nden önce Selimiye Kışlası'na gönderdiler beni. Orada da işkence gördüm ben. Yeraltı dünyasından bir baba öldü. Hiç ilgim yoktu ve gazetede ölen rahmetli ile benim fotoğrafımı yanyana koydular. O yüzden işaret parmağımın üzerinde postallarıyla tepindiler. 12 Eylül öyle bir dönemdi ki; Mehmet Akif'i yakalasalar ona döve döve İstiklal Marşı'nı söyletirlerdi. Mamak Askeri Cezaevi'nde sol bir grup adına pankart asmaktan yatan bir İranlıya iki saatte İstiklal Marşı'nın 10 kıtasını ezberlettikleri de doğrudur.
Ancak şunun hesabını birileri vermeli: "1980 yılının sadece Ocak ayında 2 bin kişi hayatını kaybederken, 13 Eylül'de bir tek kişi ölmedi. 1978 yılının Aralık ayında sıkıyönetim uygulaması kendilerine zaten tanınmıştı buna rağmen neden akan kanı durdurmayıp buna ortak oldular?"
"İÇERDE DOĞAL İTTİFAKLAR OLUYORDU"
12 Eylül sonrasında Maltepe, Mamak, Ulucanlar, Vezirköprü, Bartın ve Antep cezaevlerinde kaldım. 1984 yılında Bartın'da A-2 Koğuşu'nda tek tip elbise giymemiz konusunda baskı yapıldı ve biz de direniş başlattık. A-1 ile C-2 koğuşlarında da solcular kalıyordu. Bizim direnişimize müdahale edildi ve 3-4 saat içinde 20 ülkücüyü koğuştan tek tek çıkarmaya başladılar. En son ben kaldım, beni çıkartırlarken solcular C-2'nin camlarını kırıp olaya destek vermişlerdi. Ama Bartın'dan Antep Cezaevi'nde giderken solcuları tuvalete indirmedikleri için biz de onların açlık grevine destek verip, açlık grevine başlamıştık. Yani içerde doğal ittifaklar da yaşanıyordu. 5 yılı tek tip hücre olmak üzere 10 yıl cezaevinde kaldım.
"AFTAN FAYDALANIP OKULU BİTİRDİM"
Tahliye olup dışarı çıktığımızda karşılaştığımız en büyük mesele, tahsilimiz dahil çok şeyin yarım kalmasından dolayı meydana gelen yürek sancısıydı. Bu arada çıkan öğrenci affından faydalanıp hiç olmazsa okulu bitirmek için İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne ikinci sınıftan devam etmeye başlayıp, zamanında da okulu bitirerek diplomayı aldık. Üniversitedeki hocalar ve talebeler ısrarla okula neden devam ettiğimi merak ettiklerini sorarlar fakat ben cevap vermekte zorlanır, uyduruk sebepler söyleyerek onları bu konudan uzaklaştırırdım. Hayatımızın en güzel tarafı nedamet tanımayan asil bir ruh duruşu ortaya koymamızdı. Geçmiş günlerden ve yaşananlardan pişmanlık mı? Asla!
Yeni ufuklara, her gün yeni baştan...
"MİLLETE HİZMET İBADETTİR"
Yaşanan günler bizim en kıymetli hazinelerimizdir. İyi ki ülke sevdasını dolu dolu yaşadık. Bu cennet vatan için yaptıklarımız helal olsun. Allah için olan her faaliyetin, takdir ve mükâfatı da O'na ait olacaktır. Mazinin kanlı koridorlarında el yordamıyla ilerlemeye çalıştığımız çile günlerini, bize tavsiye edilen ve özünde sabır ile şekil bulmuş kutlu bir isyan sayesinde atlatırken, geleceğin müjdeli kulvarında aynı ruh yüksekliği içerisinde yolumuza aynı kararlılıkla devam edeceğiz.
İnsanların hayalleri vardır, çocukluk yıllarından başlayarak onları besleyen hayat damarları, filizlenen yaşam fidanının can suyu olurlar. Biz de böyle yüce hayallerle süslenen zengin ve bereketli kültür ormanımızı, Türkistan, Azerbaycan, Kerkük'ten fışkıran hasret pınarlarının kutlu damlalarıyla suladık. Besledik. Hayal kırıklığı mı? Asla! Yılgınlık yok, yorgunluk yok!