SUNUM:
Erzurum’da ortak bir terennümdür, ki hiç değişmez: ‘Erzurum ekonomik gerilikten nasıl kurtulur?
Ve bir müşterek meraktır ki, Erzurum kalkınamıyor, bunun sonu ne olur’
Ve her dönemde, mutlaka ve mutlaka kurtarıcılar çıkar.
Kahır ekserisi ‘Ben’ merkezlidir..
‘Ben olsam’ lafzıyla başlayan girişlerle pek çoğusu ütopik, hayale bile sığmayan öneriler yağdırılır.
Makarna fabrikası kurmaktan, Silah sanayisine dek..
Ve nakarat değişmez: ‘Ben olsam…’
Yapılanı beğenmez, yapanı takdir etmeyiz.
‘Erzurum’a bir taş koyana minnettarız’ kabilinden sözlerin ise maalesef çoğu hatta tamamı kalbi ve hasbi değildir..
Değildir, çünkü..
Biz Erzurum’a hizmet için temeline bir taş getirmek yerine, birbirimizin yoluna taş dizmeyi severiz.
Allah’ın bildiği budur ve kuldan sakınmaya hacet yoktur..
Ve Erzurum..
Ve maalesef henüz ‘biz’ olmayanların adresidir.
Siyaset heveslilerimizin çokluğu bunlardır.
Bizde bilim adamının bile önceliği, ne ki ve ne yazık ki siyasette yer bulmaktır..
İstisnalar kaideyi bozmasın dursun da..
Böyledir ve maalesef böyledir.
Kamu’da yönetici olanımızın önemli bir bölümü, başında bulunduğu kurumu daha ileriye taşımak yerine adını tekrara daha çok önem verir..
Hayali siyasettir..
Siyaseti öncelik eden, seçilmeyi her şeyden çok isteyen sayısının en çok olduğu bir şehirdir Erzurum..
O sebeple seçileni daha mazbatasına kavuşturmadan eleştirmek, ya da onu alaşağı etmek ve buna da ‘Erzurum nasıl kurtulur’ kılıfı eklemek vakayi adiyedendir..
Şu şehre hiçbir milletvekili mi bir şey yapmadı?
Ya da Belediye Başkanı..
Çıkın sokağa ve sorun..
Hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği isim duymayacaksınız..
Öyle midir gerçekte?
Değildir elbet..
Onlarca, bu şehre hizmet etmiş mebusumuz, başkanımız var..
Ama hakkını teslim..
İşte o yok..
Ve galiba Erzurum bu sebeple kalkınmış on şehir arasında da yok..
Allah aşkınıza, bu şehirde hiç iyi ve güzel bir şey yok mudur?
iyi ve güzeli temsil eden dadaşlar..
Yatırım yapan, hizmet eden Erzurumlular yok mudur?
Sual edin ve hemen herkesin yoktur cevabını vermesine şaşırmayın..
Alacağınız tek cevap budur..
Yok mudur, gerçekten, yok mudur?
Var elbette ve vallahi vardır da..
Dadaşın hakkı teslimi göğe mi çıkmıştır ne..
Üzerinde müttefik kılınan isim duymazsınız..
Ve maalesef ki..
Bilgisayar klavyelerimizin en çek eskiyen harfi ‘b’dir..
En çok çekilen şahıs zamiri: Ben
Ama ‘Biz’siz..
Ama ‘Biz’siz..
Dedik ya istisnalar var..
Ve dedik ya istisnalar kaideyi bozmaz..
Bu şehirde bir çoğunluğun veli dediğine diğeri deli diyorsa..
Bu şehirde bir çoğunluğun kanaat önderi kabul ettiğine diğeri itibar etmemeye özel bir itina gösteriyorsa..
Bir derdimiz var demektir..
Bir meselemiz..
Ve hayati bir meselemiz..
Biz bu dosya haberde bu meseleyi sorguluyoruz. Erzurum’un aydınlık yüzünü temsil eden münevverlerimiz, yaygın söylenişiyle Erzurum’u dert edinmişlerin, efkarı Erzurum olanların görüşlerini paylaşıyoruz.
Sual şudur: Erzurum’un kronik hastalığı nedir?
Soru şudur: Erzurum’u diğer şehirlerin üstüne taşımak yolunda temel sorunumuz nedir?
Cevabını aradığımız araştırmanın merkezi şudur: Erzurum’un meselesi var mıdır? Varsa mesele nedir?
Entelektüellerimizle bunu sorguladık.
Duayen Gazeteci Yazar Vahdet Nafiz Aksu, Duayen Gazeteci Yazar Kadir Sabuncuoğlu, Akademisyen ve düşünür Prof. Dr.Berhan Yılmaz, Mümtaz Mütefekkir Abdurrahman Zeynal, ERVAK Genel Başkanı yazar Erdal Güzel bu dosya ölçeğinde tespitlerini paylaştılar bizimle.
Erzurum Efkarı meselemizi yorumladı.
Katılır mısınız, katılmaz mısınız, bilmeyiz ama..
Erzurum için bir dakika diyor, herkesi, bu münevverlerimizin paydasında birkaç dakikalık tefekküre davet ediyoruz..
Dadaşlığın gereği budur..
Dadaş irfanının lüzumu budur..
Haydi Dadaşlar, diyoruz, Haydi dadaşlar:
Erzurum için tefekküre var mısınız..
Varsınız elbette, çünkü dadaşsınız..
Allah sizi daim var etsin..
Saygı ve muhabbetle
MAHMUT AKDAĞ
KADİR SABUNCUOĞLU: PİS KOKULU SAKIZ, NELER YAPTI?
Erzurum Valisi Okay Memiş, 10 Ocak 2019 günü Öğretmenevinde, gazetecilerle yaptığı toplantıda, bulaşıcı hastalık gibi her kesimi saran bir çirkin özelliğimize dikkat çekti. Daha Erzurum’a iki ay önce gelen Vali Memiş, bürokratlar arasındaki dedikodu salgınından yakındı ve onlara pabuç bırakmayacağını bildirdi.
Dedikodu, sadece bürokratlara has değil. Herkesin ağzından hiç düşürmediği, aralıksız çiğnediği, ‘pis kokulu’ bir ‘sakız.’ Ancak Vali Okay bey, dedikodudan korkmuyor, hatta üzerine gidiyor. Çünkü biz küçük bir dedikodu çıktığında hemen ‘pes, teslim oldum’ diyen nice makam sahiplerini tanıdık.
Bu toplantıdan bir süre sonra genç meslektaşım Mahmut Akdağ, “Erzurum’un müzmin hastalığı ile ilgili bir çalışma yapalım” teklifinde bulundu. Mahmut Akdağ’ın önerisi beni yıllar öncesine götürdü.
1999’da Gazeteciler Cemiyeti olarak yayımladığımız Rakım 2000 dergisinde bu çirkinliğimizi ‘Birbirimizi çekemiyoruz’, ‘Ürettiğimizi satamıyoruz’ başlığıyla kapak konusu yapmıştık. Meslektaşlarımız İsmail Uslu ve Orhan Bozkurt’un ortak haberini, Yazı İşleri Müdürümüz Bünyamin Aydemir geniş biçimde işlemişti.
20 yıl önce arkadaşlarımızın başvurduğu kaynaklar, bu konuda neler söylemiş. Ben 20 yıl önce ile bugün arasında hiçbir fark göremedim. Buyurun birlikte okuyalım:
YİRMİ YIL ÖNCE NE DEDİLER?
Haluk Sungur (ETSO Meclis Başkanı): Az ileriye gittin mi hemen ‘Nereden buldu, hırsızdır, çalmıştır’ yaygaraları başlar. Dedikodudan bıkanlar batıya göç ediyor.
Doç. Dr. Yavuz Özdemir (Tarihçi): 1925’te Erzurum- Trabzon demiryolu yapımı gündeme gelmiş. Neden yapılmamış biliyor musunuz? ‘Demiryolu komünistliktir. Ne gereği var’ demişler. Erzurum’un Karadeniz’de limana kavuşması, bu kısır çekişme yüzünden hayal olmuş.
Feyyaz İbrahimhakkıoğlu (İbrahim Hakkı’nın torunu): Erzurum’da kafa ve mideler boş. İnsanlar işsiz ve aç. Ne yapacak bu insanlar? Birbirini kıskanıp, dedikodu yapacaklar.
Prof. Dr. Sebahattin Güllülü (Sosyolog): İnsanların birbirini çekememesi, batıya göre Erzurum’da daha göze batıyor. Çünkü yoksulluğun yaygın, çıkar çatışmasının yüksek, pastanın ise küçük olduğu bir ilde yaşıyoruz. Ne zaman batı standardını yakalarsak o zaman bu çekememezlik asgari seviyeye iner.
Prof. Dr. İsmet Kırpınar (Psikiyatrist): ‘O mi?’ diye başlar, aşağılayıcı bir sürü hatıra dinleriz. Bu şehrin gelişmesini, refahını engelleyen iki faktör var. Kış ve haset. Erzurum’da başka şehirlerden gelenlere hayranlık duyulur, kendi insanına hasetlik edilir. Onun için ‘ev danası öküz olmaz’ denir. Eğer ‘iyi olan şey, şimdi onun olduğu gibi, bir gün benim de olabilir, bu nedenle tahrip olmamalı’ diyebilirsek şehrin ayağına köstek olan en büyük engeli de yenebiliriz.
BERHAN YILMAZ: ERZURUMLUNUN TEMEL HASTALIĞI NEDİR?
Erzurum’un en temel hastalığı sorulunca düşündüm, aklıma birçok şey geldi ama sanırım hepimiz itiraf edemesek bile Erzurumlunun en temel hastalığının hepsi birbirine bağlı olan haset, kendini beğenmişlik ve kibir olduğunu kabul ederiz.
Övünmeyi, övülmeyi çok seven, eleştirilmeye, doğruların, hakkın ve haklının gösterilmesine asla dayanamayan bizler, bizi methiyeler dizerek popülizm yapanlara tepemizde tepinseler bile kibrimiz yüzünden değer verir, doğruları dile getirenleri, kendi adamlarımızı ve bizden bir adım fazla atanları arkadan vururuz.
Bizler Hz. Yusuf’u öz kardeşleri tarafından kuyuya atılışına ağlar, kendi öz kardeşimizi asla canlı çıkamaması için çivili, zehirli yılan dolu kuyulara atmaktan çekinmeyiz.
Bu haset hastalığımıza; bizden güçlü olan insanların yüzüne karşı dalkavukluk yapıp arkasında ise olmadık şekilde hakaret, gıybet ederek kim olduğuna bakmaksızın küçümsememizi de ekleyebiliriz.
ERDAL GÜZEL: HASETLİK SENDROMU (EMİ EMİ ARKAYA KAMÇI)
Şehrimizin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar hepimizin malumudur.
Gerek coğrafi şartlar, gerekse iktisadi sorunlar Erzurum’dan göçü tetikleyen sorunların başında gelmektedir.Kollektif ruhun oluşamaması, siyasetin popülist yaklaşımları,çözümden uzak bürokrasi anlayışı, şehre olan mensubiyet duygusunun azlığı, homojen düşünce yapısı, alternatifsiz siyasi hayat ve vizyonu olamayan bir şehir görüntüsü ne yazık ki Erzurum’un aşamadığı konulardır.
Elbettekibu ana sorunların yanında şehrin olumsuz tablosuna tuz biber olan başka sorunlarda bulunmaktadır.
Bu engeller içerisinde belki de en başta geleni hasetlik denilen çekememezliktir.
Çekememezlik (hasetlik) duygularının olduğu yerlerde markalaşmanın ve müteşebbis bir yapının olgunlaşması bir hayli zordur. Ünlü bir düşünürün, “Yükselenleri çekemezler böyle bir durumda kendileriyle yükselen kişiler arasındaki uzaklık değiştiği için göz yanılmasına düşerler. Başkaları yükselirken kendileri alçalıyor sanırlar.” ifadesi bu durumu çok güzel izah etmektedir. Bu tanımlama doğrultusunda bir öz eleştiri yaparak bu hastalığın tedavisi peşinde koşmak ve bu negatif olguyu ortadan kaldırmak şehre yapılacak en kârlı yatırım olacaktır. Öncelikli iş, çekememezlik (hasetlik) hastalığının tariflerini evrensel düşünce sistemlerinde ve kendi kültür iklimimiz içerisinde aramak ve bulmaktır. “ Aylak bir tutku” olarak yorumlanan bu durum; bir insanın sürekli başkalarını engellemesi, yolunu kesmek için kötü düşüncelerle meşgul olması, çalışan ve üreten insanların önüne setler çekilmesi, onların yaptıklarını yıkmaya çalışması anlamına gelmektedir. Bir başka tanımla çekememezlik, çok parlayanları söndürüveren bir kovma cezasıdır. Dolayısıyla da büyükleri ileri gitmekten alıkoyan bir dizgindir. Adi bir hastalık olarak nitelendirilen bu negatif olgu; siyasetimizde, ticaretimizde, ilişkilerimizde kolektif bir ruh oluşturmamamızda bir hayli etkindir.
İslâmi açıdan incelendiğinde haset çok kötü bir günah olarak görülmektedir. İslâm peygamberinin “ Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de güzel amelleri yiyip bitirir” ifadesi bu kötü düşünceyi net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Özetle haset eden kemâle düşmandır. Tam ve mükemmel olan, kendisinde bulunmayan her şey, haset derdine düşeni rahatsız eder diyebiliriz.
Bu tariflerden yola çıkarak yazımızla ilgili üç düşünceyi yorumlarınıza bırakıyorum.
Dini ve milli hassasiyetleri ile tanınan Erzurum’da bu durumun yaygın olmasının sebepleri nelerdir. Bunun bir geçmişi var mıdır. Nerden sirayet etmişti. Nasıl olgunlaşmıştır. Topluma zararları neler olmuştur ve olmaktadır?.
Çözüm reçetelerinin kendi inanç sistemimiz içerisinde olduğunu bilmemize rağmen pratik hayatımızda bu kötü düşünceden nasıl vaz geçeceğiz. Bunun uygulaması nasıl olacak ? İşte bu soruların cevaplarını mutlak bulmak, gelecek Erzurum’a bırakılacak en büyük miras olacaktır.
Hani motorlu taşıtların olmadığı zamanlarda caddelerimizde birbirinden fiyakalı onlarca fayton dolaşırdı. Faytoncuların “ Haber ol çocuk, haber ol asker “ nidaları faytonların korna sesleri ile karıştığı günlerde biz çocukların en büyük zevki faytona binmek, hele bir de faytoncunun yanına oturur da faytoncuyla arayı kurup atın dizginlerini tuttuğumuzda dünyanın en bahtiyar çocuğu olurduk. Bu zevki tatmamız çok özel durumlarla sınırlıydı. İmkân ve para yoksa biz çocuklar için çözüm vardı. Sessizce giden faytonun arkasına takılır zevk, korku ve heyecan içinde yol alırdık. Çoğu kez bu takılmanın tam zevkini çıkaracağımız anda yol kenarındaki bazı çocukların “Emi emi arkaya kamçı !” ihbarı ile şanslı isek kamçıyı yemeden atlar değilsek birkaç sırımla paçayı kurtarırdık. Şimdi düşünüyorum da bu ihbar değil de bir hasetlik olsa gerek. Bu duygu bize nereden gelmişti, bugün bize yansıyan tarafı ne kadar; bilenimiz var mı?
Çağdaş, modern ve yaşanabilir tüm kültürel mirasın özüne bağlı, kardeşlik bağları kuvvetli, sevginin ve hoşgörünün egemen olduğu; bilginin, liyakatin, erdemin, kalitenin ve adaletin teessüs ettiği bir Erzurum özlemimizdir. Şurası muhakkak ki dadaşlık kavramında hasetlik (çekememezlik) gibi menfi duygulara asla yer yoktur.
Dadaş gıpta eder, imrenir; ama asla hasetlik etmez. Selam olsun elinden ve dilinden emin olunan dadaşlara.
ABDURRAHMAN ZEYNAL: DEDİKODU VEYA GIYBETİN GERÇEK SEBEBİ
En Müzmini dedikodu ve gıybettir…
Nedeni boş vaktin fazlalığıdır…
Hikaye bu ya....
Üç Erzurumlu gurbete çalışmaya giderler. İkisi evli biri bekârdır.
Gittikleri yerde iş bulur, çalışmaya başlarlar. Ancak evli olanlar her gün evlerine gidip sıcak çorbalarını yudumlarken bekâr arkadaşlarını düşünür ne yapsak arkadaşımızı baş göz etsek diye düşünürler.
İki arkadaş bu düşüncelerini üçüncü arkadaşlarına açar, "seni evlendirmek istiyoruz ne dersin..."
Bekâr olan "evlendirirseniz sevinirim. Yalnızlıktan kurtulurum."
Evet cevabını alan arkadaşları kısa bir aramadan sonra bir bayan bulup "Allah'ın emri, peygamberin kavliyle" arkadaşlarına isterler.
Kadın evlenmeyi kabul eder. "Ama iki şartının olduğunu söyleyerek bu iki şartımı kabul ederse evlenebilirim."
Ancak dünürler bu iki şartın ne olduğunu sormazlar. Durumu arkadaşlarına bildirip onun evet cevabını alınca hemen nikâh kıyarlar.
Akşam olur. Yeni evlenecek damat adayı evine gider. Bir de ne görsün kapıda evleneceği eşi elinde tüfekle duruyor. "Bak bey şartımın birincisi şudur ki sabaha kadar bu mahallenin bekçisi olacaksın" der tüfeği eline verir geri gönderir. Bizimkisi sevinir eh birde artık işi vardır. Gece sabaha kadar bekçilik sonrasında evinin yolunu tutar.
Aaaa... Birde ne görsün eşi olacak bayan kapıda. Cakkıl(omuzluk) ve kovalarla kapıda kendisini bekliyor. "Bak bey şartımın ikincisi şudur ki akşama kadar mahalleye kovalarla su taşıyacaksın...."
Zavallı adam akşam bekçilik, sabah sakalık yaparak hayata devam eder. Günler geçer gider...
Bu arada aylardır arkadaşlarını göremeyen iki kişi ya bizim arkadaşımıza ne oldu? Ne yapıyor? Evliliği nasıl gidiyor diye merak ederler. Bir akşam arkadaşlarını bulmaya gidince: Bir de bakıyorlar ki arkadaşları kovalarla su taşıyor...
Ey arkadaşımız ne yapıyorsun? Evliliğin nasıl gidiyor? Sorularını sorunca arkadaşları olanı biteni anlatıyor. Bir gün olsun eve bile giremediğini söyleyip dert yanmaya başlar.....
Arkadaşları: Peki neden boşanmadın da bu kadar eziyet çektin deyince ...
Evli Adam: Boşanacağım , boşanacağım ama vakit bulamadım ki boşanayım...
Sanırım şehrimizin dedikodusunun kaynağı boş zamanın bolluğudur. Gerçek bu olsa gerek...
VAHDET NAFİZ AKSU: ERZURUM’A DAİR TESPİTLER VE ORTAKLIK KÜLTÜRÜ
Diğer birçok şehir gibi Erzurum’un da çözüm bekleyen sorunları var elbette. Ben, şehrimizin duçar olduğu hastalıkların kronik değil, kış nezlesi gibi mevsimsel ve tedavisinin kolay olduğu kanaatini taşıyorum.
Memleketin ağır ameliyat gerektiren hayati problemlerine Lokman Hekim maharetiyle neşter vurup, ona milletiyle beraber şifa bahşetmiş, kurtuluşun yolunu açmış, ölüm döşeğinde abıhayat ikram etmiş bir şehre, kronik hastalık sıfatı yakışmaz.
Erzurum’da ikamet eden yahut rızkı için başka illere göçüp giden şehrin yaratıcı girişimci Sınıfı’nın karşılaştığı bazı sorunlar var. Kişi başına düşen mevduat miktarının yeterli olmaması, girişimci kişi ve ailelerde kâfi sermaye birikiminin olmaması, aşağıdan yukarıya yayılması gereken kalkınma hamlesini inkıtaa uğratıyor. Bu durum, girişimcilerde ve toplumda Devletin doğrudan aktör olduğu “zenginleşme devrimi” beklentisini artırıyor. Hükümet, son yıllarda yüksek meblağlarda teşvik paketleri açıkladı, Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklamasından öğreniyoruz ki Erzurum’a 23,5 katrilyon yatırım gerçekleştirilmiş.
Bunlara rağmen, özel sektörün alıp başını yürüyemiyor olmasının ‘kaynak temini, teşvik, kamu ilgisi’ gibi konuların ötesinde, daha köklü sosyolojik etkenlerin varlığına işaret ediyor.
Bu etkenleri birkaç maddede özetlemeye çalışacak olsak, kanaatime göre ilk sırayı “Ortak hareket hevessizliği” alır. Erzurum, ortak iş yapma kültüründen mahrumdur, maalesef. Üretim ekonomisine giden yol buradan geçiyor, bu da uzun bir süreci, sabır ve sebatı gerektiriyor.
Erzurumlular, bırakın anonim şirketi, aile şirketi kurmakta bile isteksiz davranıyor. Böyle bir kültür oluşmamış zaman içinde. Bunda, Osmanlı döneminde şehrin ticari hayatının azınlıklarda oluşunun etkisi var. Cumhuriyet döneminde de kâfi sermaye birikimine sahip olamadık. Toplumsal alışkanlık ve huyların, hastalık ve arızaların oluşmasında sözünü ettiğim amillerin etkili olduğunu inkâr edemeyiz.
Konut hariç, kooperatifleşmede de hevessiziz. Böyle olunca ortak iş, müşterek sermaye mucizesinin harika sonuçlarından mahrum kalıyoruz. İşte size kronik olmayan, tedavisi mümkün bir hastalığımız. “Gönülde, fikirde, eylemde biriz; şehrimiz için varız” anlayışıdır bu hastalığımızın reçetesi.
Şehir, kalkınma hedefine navigasyonsuz yürüyor, bunda hedef belirsizliğinin etkisi var. Müşavereyi önemsememek, ortak aklı yeterince kullanmamak gibi bir toplumsal kusurumuz var, bunu gidermek için çaba göstermiyoruz.
Bir yazar, ABD'nin fırsatlar ülkesi olmasında halkın zenginleşen insanları alkışlamasının büyük etken olduğunu belirtiyor. Tarihte zenginlik devriminin merkezi haline gelen ve küresel sermayenin oluk oluk aktığı Venedik, Barselona, Floransa' da zenginleşen insanlar baş tacı edilirmiş.
İlim gibi, girişimci de takdir edildiği yere göçer, orada yerleşir.
Bir de yerli örnek verelim; Kayseri’mizde ticarette yükselenler alkışlanır, sanayi tesisi kuranlar baş tacı edilir. Kahvelerde, iş adamı yazıhanelerinde iş insanları birbirlerinin başarı öykülerini iftiharla anlatıp, ‘maşallah falanca ne güzel yatırım yaptı’ derler. Böyle bir şehir kültürü oluşmuştur.
Erzurum’da da böyle bir şehir kültürünün oluşması için seferber olmalı, “Ne kadar çok yıldız parlarsa gökyüzü o kadar güzel gözükür.” Anlayışını toplumsal huy haline getirmeliyiz. Beşeri sermayemiz çok güçlü, devlet şükür elinden geleni yapıyor, hükümet şehre duyarlı. İş, yerel helva yapıcıların maharetini geliştirmeye kalıyor. Genç dadaşların hemşehrilik enerjisini üretime kanalize etmenin ilk adımı şirketleşme ve koopertifleşmeden geçiyor.
Unutmayalım, gelecekle ilgili vizyonlarımız bugünkü eylemlerimizi belirler. Geleceğe umutla bakıp, el ele azimle yürümek esastır.