İnsanoğlunun dünyaya gelmesiyle başlayan problemleri, var olduğu sürece devam edecektir. Önemli olan problemlere sağlıklı çözüm üretmektir. Problem, insanın kendisiyle, çevresiyle, fizikî dünyanın imkân ve kabiliyetleri ile var olan etkileşmenin sonucu ortaya çıkar. Ayrıca sosyal topluluk olmamızdan kaynaklanan problemlerinde oraya çıkması gayet normaldir. İnsanlar, milletler ve devletler olarak da sorunlarımız elbette olacaktır. Önemli olan ortaya çıkan meseleleri iyi niyetle çözmektir.
İnsan problemini çözmeye soyunmuş, bilgi disiplinleri var. Bunlar başta din kaynaklı düşünceler olmak üzere, felsefe, siyasal ve sosyal sistemler, ideolojiler, ütopyalar bu alanda tezler üretmişlerdir. Burada aslolan probleme iyi niyetle yaklaşıp çözüm üretmektir. Yoksa problem insanla var olan ve onunla devam edecek bir vakıadır.
İnsanlar, toplumlar, milletler problemler karşısında yenmiş veya yenilmiş olarak çıkar. Bir toplum yükselirken yapısı icabı dinamik, üretken ve çözüm sunan konumundadır. Toplumlar çöküş dönemine girdiğinde mevcudu koruma, oluşan olaylara sağlıklı bakamama, çözüm üretememe, eskiyi tekrar etme gibi illetlere saplanarak kalır. Toplum sonunda yenilmiş olarak hayata veda eder. Tarih böyle toplumların canlı şahididir.
İnsan vücudunda meydana gelen ağrılar hastalığın belirtisidir. İnsan ağrıyı hissettiği andan itibaren doktora gidip çare aramalıdır. Bu iş için gereken şey hastane, doktor ve ilaçtır. Tıpkı toplumlarda insan gibidir. Bir yerde olay varsa ona derhal çözüm aranmalıdır. Problemin oluş esnasında çare aramasa olay çıkmaza sürüklenir, sonuçları ciddi olur.
17. yüzyıldan sonra Osmanlı toplum yapısında ve sosyal sistemimde ortaya çıkan problemleri bu esasta değerlendirebiliriz. Anadolu’da ortaya çıkan Celali isyanları, devlet memurluklarının rüşvetle alınıp satılması, toplumsal huzursuzluklar, sosyal bünyeyi kemirmiştir. Alınan askeri tedbirlerde olayları ancak yatıştırabilmiştir. Bu dönemde yaşayan Koçi Bey Padişaha sunduğu, problemlerin çözümüyle ilgili düşünceleri “Koçi Bey Risalesi” olarak tarihe geçmiştir.
Ancak problemlere kalıcı ve kapsamlı çözüm aranmamış, problemler bu gün olduğu gibi ötelenerek bir kuşaktan ötekine bırakılmıştır. Hatta çoğu zaman problemin varlığını kabul edip müzakere etmek bir tarafa olaylar inkâr edilmiş, yok sayılmıştır.
Türkiye'nin veya Türk toplumunun problemlerinin bir bölümü çözüme kavuşturulmuş, bir bölümü hasır altı edilmiş, yok sayılmış, ciddiyetten uzak bir şekilde savsaklanmıştır.
Türkiye'nin problemleri iki asır önce fark edilmiş, batı karşısındaki yenilgisi çok yanlış olarak tefsir edilmiş, olaylarla doğrudan ilişkisi olmayan şeylerle izah getirilerek vakit kaybedilmiştir 18. yüzyıldan sonra uğradığımız mağlubiyetler, esas itibarıyla batının sağladığı ilmi gelişme, teknik ilerleme, ekonomik kalkınmaya dayalı olmasına karşılık, Osmanlı elitleri meseleyi fese, sarığa, cüppeye indirgemiştir.
Bu dönemde Osmanlı elitleri ve bürokrasisi, dünyayı tanıma, moral ve sosyal yapıyı koruma, bilimsel gelişmeleri yakalayıp doğru stratejiler ile dışarıya açılamamıştır. Sonuçta muhteşem imparatorluk yıkılarak tarihteki yerini almıştır.
1850’ler den sonra meydana gelen uyanışta ne yazık ki sağlam bir metodu ortaya koyamamıştır. Dış dünyanın ürettiği değerler, kurumlara ve ürünlere elbette ihtiyacımız vardı. Ama bunlar nasıl seçilecek, elimine edilecek, nasıl özümsenecek ti? Bu sorular çok ani gelişen savaşlardan dolayı vuzuha kavuşturulamadı. Arka arkaya gelen Kırım harbi, Kafkas muharebeleri, 1876-1877 Osmanlı –Rus savaşları, Duyunu Umumiye belası, Yunan savaşsı, Bulgar isyanları, 1870’ler den sonra ortaya çıkan Ermeni isyanları, birinci ve ikinci meşrutiyet olayları maalesef Osmanlı bürokrasisini meşgul etmiş, problemlere bir türlü çözüm bulunamamıştır.
1908-1911 yılları arasında Osmanlı aydınları salim kafayla düşünme imkânı bulmuş, ne yazık ki çıkan Trablusgarp, Balkan savaşları ve birinci cihan harbiyle aradaki yıllar kaybedilmiş, harplerin acıları dışında bir şey düşünülememiştir.
1700’lerden itibaren başlayan problemler genç Türkiye Cumhuriyetine devredilmiştir. Bu problemlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi, Osmanlı borçlar, Ege adaları, Batı Trakya, Musul, Kerkük meseleleri, eğitim meseleleri, sanayileşme hamleleri, batılılaşma meselesi bunlardan bir bölümüdür.
Osmanlı aydınlarının ortaya attığı “batılılaşma” “muasırlaşma” “Türkleşme” “İslamlaşma” kavramları da o günlerden günümüze intikal eden problemler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki yüz yıldır çözüm bulabilmiş değiliz.
Elbette her iktidar işe başlayacağı kadroların kalitesiyle sınırlıdır. Osmanlının son yetmiş yılında meydana gelen harplerle yetişen aydın kuşaklar yok olmuş, bin bir emekle hazırlanan bir kuşakta Çanakkale de şehit olmuştur. Kalanlar ise vatanseverlik ve heyecanla Anadolu’da ki milli mücadeleye katılmış ve Anadolu kurtarılarak yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak bunların bilgi birikimleri problemlere getirilecek çözümler konusunda ne yazık ki yeterli olmamıştır. Maalesef o sıkıntı günümüzde de devam etmektedir.
Tanzimat aydınları aldıkları problemleri çözemeden, meşrutiyet aydınlarına devretmişlerdir. Meşrutiyet aydınları problemleri çözmek bir yana yeni ilavelerle Cumhuriyet aydınlarına havale etmişlerdir. Yani her gelen aydın problemleri çözmek yerine artırarak bir sonraki kuşağa miras bırakmıştır. İşte karşılaştığımız zorluk budur.
Bu dönem aydınlarının en büyük özelliği taklitçilik olmuştur. Olaylara ve hadiselere bakışlar; sığ, sathi ve derinliği yoktur. Bu dönemde Celal Nuri’nin “Türk İnkılâbı” Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı eseri Niyazi Berkes in “200 yıldır neden bocalıyoruz” eserleri ile Said Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” Mehmet Arif Beyin “Başımıza gelenler” eserlerinde yukarıdaki eksiklerimizi görebiliriz. Ahmet Cevdet Paşanın ifadesiyle “ Kâh-tı Rical” devam etmektedir.
1950'lerden sonra Necip Fazıl’ın “Büyük doğu” neşriyatı, Nurettin Topcu’nun “Hareket” dergisi, Aykut Edibali ve Ekibinin çıkardığı “Yeniden Milli Mücadele” dergisi de biriken problemlere çözüm getirmelerine karşılık toplum tarafından beklenen ilgiyi görmemiştir....!?
Türkiye siyasal ve sosyal sistemi; Türk milletinin devasa problemlerine ciddi anlamda yaklaşmamış, sorunları birkaç başlığa dökerek dar anlamda çözüm aramıştır. Bunlar “Buhran” “Kriz”,”laiklik”, “anti laiklik”, “sağcılık”,”solculuk” “ilericilik-gericilik” gibi kavramlara indirgenmiş, toplumun sahip olduğu moral değerlerden ve direnme gücünden hiç söz etmemiştir. Olaylara alelade gözle bakılmış, tarihsel derinliği, kültürel değer, sosyolojik yapı ve mantıki yorumuna ise yanaşılmamıştır.
200 yılık sosyal ve düşünce tarihimiz gösteriyor ki, bütün kurtuluş ve başarı nutuklarına rağmen problemlerimiz azalmamış, aksine artmıştır. Sadece 1983 yılında televizyonda yapılan bir programda o günün siyasetçilerinin “boğaz köprüsünü satarım” “boğaz köprüsünü sattırmam” mantığı ne yazık ki toplum hayatımızı etkilemeye devam etmektedir.
İnsanoğlunun tarihî bize gösteriyor ki “İlim, sebepleri bilmektir” kuralı maalesef bizde revaç bulmamıştır. Meselelere, dürüst, objektif, tarafsız, ön yargısız ve ilmin kılavuzluğunda bakmamışız. Abartmalar, inkâr etmeler, yok saymalar, suçlamalar toplumsal enerjimizi heba etmiş, heba etmeye devam etmektedir.
Problemlere sağlıklı bir ruh haliyle bakıp, bilimsel araştırmalara havale edip, gündelik politik tartışmalardan uzak durabilseydik, bugün karşılaştığımız problemlerden bir bölümü olmazdı.