Anlamak zihni tembelleştiriyor…
Sanırım anlayanlar bu sebeple anlaşılmamakta…
Burcu cesaret olanlarla, pazarda pahalı günahına ucuz kefaret arayanlara baktıkça aptal saymak geçmiyor içimden…
Korkaklar itiyatlı fiyakasında, miskinler sakin…
Has diyar, ham imar gamzeli türküye, diş gıcırdatarak ritim tutmakla eş bir dünyadayız. Kapalı gözlük ile yarışan pembe badanalı atlar üzerinde, atı kişnemezse kendi kişneyen, parmağını hangi sebeple kesmiş olsalar da, parmaksızın ayak baş parmağını sallayarak buda parmak diye mantık pozunu tamamladığı, afiş insanlar sinema şehirler içreyiz…
Tembel zihnimizin mehtabında siz deyin ki, bu kadar ada varsa deniz nerede? Yada bu kadar adak şehir varsa İbrahim?
Mutlular ve arınmışlar arasında kendimizi ne hissetsek acep?
Şuur rahlede uyuyakaldı. Akıl, sigaraya benzeyen minareleri saya kaldı…
Gece çalındı ay açıkta kaldı…
Kimi bekir libasında, kimi tekir, kimi burun kozasında misafir… Hapşıramayacak kadar farkındasızım… Tanrılara bakıyorum(!) Ayaklı tanrılar zar atıyor. Ayaklı tanrıların kemik zarı insanlar. Şu dünyaya bak!... Tanrıları zayıf alıp şişman salıyorlar!.. Bu günahların masrafı az, sanki cennet dediğin bir masa, bir kravat, bir obur diyaframından koltuk…
Tembelleştikçe ekilmeyen bütün topraklar kafatasımız içinde. Bu yüzden sustukça herkes toprağa benzedi… En iri ayaklarıyla bastılar, en zalim elleriyle çiçeklerini kopardılar… İçindeki ‘tepegözleri’ beslemek için ağızlarını mağara gibi açan, avuçlarında kayık yüzdüren, uzun boylu görünmek için dağları kırpan sivrisinek hafriyatında bir sürü atanmış, kutsanmış, budanmış… Bu fıkraya ‘aldırma’ diyorlar… Testinin ağzı dar ya, o yüzden testiyi hep dibinden kırdılar.
Mütefekkirin (Necip Fazıl) ifadesiyle;
‘’ … Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim! ..’’
Yada asrın yaban tarifinde rüzgarlı bir vadiye baraka kuran Peyami Safa’nın çokta ısıtmayan odun ifadesiyle yalnızlık;
“ .. Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.”
Ben buna aklın yalnızlığı diyeyim… Soru buldukça öz bulan, cevap buldukça çöp bulan aklın yalnızlığı…
Sorusu çok olan cemiyet sanırım mutsuzdur… Kelimeler demir parmaklıklar gibi… Bu yüzden soruların kelimeleri yok. Bu şaşkınlıkta değil hani…
Böyle dönemlerde edebiyat durur, kağıt kaf dağı yanağı olur.
Zihin sorulara da alışır…
Aynada kendini gagalayan horoz gibi çırpınıp duran gözler, küfür damlayacak dudaklar gibi aralanır…
Peki ya, tebessüm ne zaman bahara benzer? Bu romanı yazmak için daha kimler kimler kiralanmadı ki? Ne tanırım ne anlarım!...
Hala el sıkıştıkça avuçlarım kirleniyor…
Vesselam…