Dördüncüsü düzenlenen Dini Liderler Kongresi, Kazakistan’ın başkenti Astana’da başladı.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in ev sahipliğinde gerçekleştirilen kongrede dünyanın dört bir yanından çok sayıda dinî lider bir araya geldi.
Kongreye katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, sürdürülebilir kalkınmada manevi kalkınmanın önemine ilişkin bir konuşma yaptı. Konuşmasına bir Çin atasözüyle başlayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Bir Çin atasözü der ki; ‘Dünya, bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık.’ Dinî liderlerin de buna katkıda bulunması gerektiğini düşünüyorum, çünkü kâinat, aynı zamanda Allah’ın bütün insanlara emanetidir” dedi.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, geçtiğimiz yüzyılda dini yok sayıp reddeden ya da önemsiz görüp ihmal eden bir “popüler dünya tasavvuru” oluştuğunu ve giderek güçlendiğini belirterek, söz konusu tasavvurun, insanlığın kutsalla irtibatını kopararak fiziki ve manevi çevrenin tahribatına yol açtığını söyledi. Günümüzde pek çok kişinin kutsalı ve maneviyatın rehberliğini kör bir cesaretle terk ettiğini dile getiren Başkan Görmez, bu tahribatın gelecek nesilleri de tehdit ettiğini vurguladı.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in konuşmasından öne çıkan satırbaşları şöyle:
“GELECEK, HEPİMİZ İÇİN BÜYÜK BİR ENDİŞE KAYNAĞI”
Bugün açıkça fark ediliyor ki artık gelecek, her birimiz için büyük bir endişe kaynağı olarak beliriyor. Peki ne oldu da gelecek, bir umut kapısı olmaktan çıktı ve hepimizi sarsan bir yeis, tehdit ve korku kaynağı olarak karşımızda durmaya başladı? Geçtiğimiz yüzyılda büyük bir güç kazanan ve günümüzde artık her düzeyde tartışılıp sorgulanmaya başlayan popüler dünya tasavvuru, dini ya yok sayıp reddetme ya da onu ihmal etme esasına dayanıyordu. Bir din olarak İslâm’la sınırlı olmaksızın geçtiğimiz yüzyılın ideolojileri bizlere, insanlığın kutsalla irtibatını kaybettiği zaman neler yapabileceğini, haddi aşmanın bedelinin neler olduğunu çok da acımasız bir şekilde gösterip kanıtladılar. Pek çok din, bu süreçlerde tabii ki kayda değer bir zarar gördü. İnsanlar yaygın popüler dünya görüşleri etrafında farklı paradigmatik modeller eşliğinde dünyayı yeniden kurmayı ve kurgulamayı denediler. Pek çok kişi kutsalı ve maneviyatın rehberliğini kör bir cesaretle terk etti. Sonuç, tabii ki hazin oldu. Nihayet insan, sadece yaratıcısıyla olan bağını kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda o kendi evrenini şekillendiren sahici dünyayla da uyumunu kaybetti. Doğadaki sürekliliğin kendine özgü şaşmaz yasalarından insan ilişkilerine aktarılan kurallarla toplum mühendisliğine yönelen pek çok hegemonik zihniyet, insanı azgınlaştıran bir medeniyet tasavvurundan da hareketle doğayı acımasız ve hoyrat bir şekilde tahrip etmekten geri durmadı.
Bütün bunları son birkaç yüzyıla sığdırmayı başaran insanoğlu, bugün kendi gerçeklik zemininin nasıl da ortadan kalktığını, fiziksel ve manevi çevre tahribatının gelecek nesilleri nasıl da tehdit ettiğini de geç olsa fark etti.
“FİZİKİ VE MANEVİ TAHRİBAT, GELECEK NESİLLERİ DE TEHDİT EDİYOR”
Söylediklerim pek çoklarımıza fazlasıyla pesimist gelebilir. Biz dindarlıkla ümidi korumak arasında çok sıkı bağları olan bir dine mensubuz. Her Müslüman, “Allah’tan umut kesilmez” inancına bihakkın bağlı olmuştur. Bununla birlikte İslâm inanç ve irfanında, bozulma ve yoldan çıkmışlık hali, her zaman bir kıyamet habercisi olarak görülür. Bu nedenle de her bir mümin, bizim kendi literatürümüzde “kıyamet alâmetleri” olarak sıralanan hususlara karşı hazırlıklı olmaya davet edilir. Hiç kuşkusuz kıyamet, bilinen varlık düzen ve hiyerarşisinin bozuluşu, cümle âlemdeki huzur ve asayişin nihayete ermesidir. Hiçbir Müslüman, hayatın kötü bir şekilde sonlanmasına, hayat akışının Kudretullah’a dokunacak bir şekilde altüst olmasına rıza göstermez. Dolayısıyla her bir Müslüman, evrenin yüce sahibinin buyruklarına uygun bir şekilde tanzim edilmesini, bilinen ve devam edegelen sürekliliğinin korunmasına gayret eder, bu uğurda inisiyatif almaktan çekinmez. Her Müslüman, bir nesne olarak değil bir özne olarak varlık dünyasının Sünnetullah’a uygun bir şekilde devamlılık kazanmasına gayret eder.
“GEÇTİĞİMİZ YÜZYILIN HÂKİM SİSTEMLERİ, DİNİN YERİ VE STATÜSÜ KONUSUNDA İNCİTİCİ, ÖRSELEYİCİ ÇABALAR İÇİNDE OLDULAR”
Ne yazık ki eşyanın tabiatından başlayarak hayatın hemen her alanında mevcut hakikat düzenini parçalamaya, hilkatin sorunsuz yapısını sorunlu hale getirmeye yönelik çabalara devam edilmektedir. Bu nedenle bugün dinî seçkinlerin, kutsalın izinde vurguladıkları hassasiyete sorumluluk sahibi aydınlar, hatta seküler kaygılar güden gruplar bile ses vermeye, bu feryada katılmaya ve bir çözüm yolu bulma konusunda el ele vermeye hazır görünüyorlar.
Sorun çok açıktır. Geçtiğimiz yüzyılın dünyayı biçimlendirme iddiası taşıyan ideolojileri, kendilerini bilumum dinlerin yerine ikame etmek üzere yeni bir dünya tasarımı vaat etmişlerdi. Geçtiğimiz yüzyılın hâkim sistemleri, dinin yeri ve statüsü konusunda incitici, örseleyici çabalar içinde oldular. Dinden kurtulmayı, onun sesini kısmayı, onun rehberlik ve irşadını atılması gereken bir yük olarak değerlendirmekte hiçbir sınır tanımadılar. 19. yüzyılın popüler tartışmalarına yansıyan sathi, kolaycı ve uç önerilere ilgi duyanlar, dinlerin uyarıcı, kurtarıcı ve besleyici mesajlarına sırtlarını dönmekten geri durmadılar.
İtiraf edeyim ki olumsuz ve hiç de adil olmayan şartların ağırlığına rağmen yine de dinler, bu dönüşüm konusunda gerekli ikazları yapma konusunda sürekli rol aldılar. İnsanlığı geri dönülmesi güç bir çatışmaya, tabiatı, içinden çıkılması güç bir cehenneme dönüştürmeyi amaçlayan ve bunda da kısmen etkili olan baskın bir yönelim karşısında farklı teolojiler, farklı dini argümanlar toplumları uyarma, uyandırma ve yeterli bir dil tutturma konusunda maalesef ya geç kaldılar ya da başarılı olamadılar. Oysa bu konuda ilahî ikazlar gayet açıktı ve söz gelimi Müslümanlar açısından yapılması gereken, “sadece içimizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan bir fitne”den sakınmak ve ondan uzak durmaktı (Enfal, 8/25).
“DİNİ SAF DIŞI BIRAKAN İLERLEME ANLAYIŞI, HAYATIN TÜM ŞİİRSELLİĞİNİ YOK ETMİŞTİR”
Bugün insanlık tecrübesinin ulaştığı nokta, kalkınma proje ve uygulamalarının zaaflarını açıkça fark etmiş durumdadır. Dini, ahlak ve etiği saf dışı bırakan bir ilerleme anlayışı, eşzamanlı olarak hayatın tüm şiirselliğini yok etmiş, vicdanlarda ma’kes bulacak bir dili üretmekte de başarılı olamamıştır. İlerlemeci dünya görüşü, sadece sınırsız ve ölçüsüz bir yaşam döngüsü öngörmekle kalmamış yanı sıra kalkınmanın bizatihi kendisini kültleştirerek onu ahlak ve dinin dışında değerlendirmeyi daha akılcı bulmuştur. Hem insanı hem toplumu hem de doğayı apaçık bir ziyanla karşı karşıya getiren bu tutum karşısında günümüz münevver ve mütefekkirleri, gerekli önlemlerin alınması konusunda, dinî ve ahlakî referanslar başta olmak üzere elverişli ve sonuç alınabilir tüm atıflara yeniden bir göz gezdirmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Gerçekten de bugün artık geleceğimizin de şimdiki zamanın tüketildiği gibi bitirildiğini hüzünle idrak ediyoruz.
“NEFİSLER, ACIMASIZCA İSTİSMAR EDİLDİ”
İnsanlığın önüne konan çağdaş hedefler ölçüsüz, sınır tanımaz ve keyfi bir yaşam biçimini tartışmasız bir değer üreteci olarak kabul etmekte bir beis görmemektedir. İnsan nefsinin Şeytan’a ve Şeytanî olanın aldatıcı heveslerine olan meyli, maalesef çok acımasızca istismar edildi. Bugün hepimiz bir “ateş kuyusu”nun etrafında geleceğimizi kurtarmanın türlü yol ve yordamları arasında, bir endişeden başka bir endişeye sürükleniyoruz. Kalkınma tez ve ideolojileri, son birkaç yüzyılın netameli hayat stratejilerinin birer yansımasıydı. İnsanın özünde barındırdığı arzu ve zaafları kullanmakta hiçbir çekincesi olmayan bu strateji, akılcı ve evrensellik iddiası taşıyan argümantasyonuyla neredeyse tüm insanlığı rehin almıştı.
Sürdürülebilir kalkınma stratejileri de aslında bu kayıpları telafi etmek üzere ortaya atılmış bir reçete görünümündedir. İnsanlığın kaderini belirleme hakkını kendine hasreden bir yapı, geleceğimizin inşasında, ne hayale, ne ütopyaya ne de gerçekçi beklentilere izin veren bir hoyratlıkla ilerlemeye devam etmektedir. Esasen sürdürülebilir kalkınma ideali, bu bağlamda başta çevre olmak üzere, gelecek, yaşam kalitesi, adaletin tesisi ve yaygınlaştırılması ve gerekli tedbirlerin alınması konusunda ilim, irfan, güç ve kudret sahiplerine sağlıklı bir uyarıda bulunmaktadır. Genel tanımlamadan hareket edildiğinde “sürdürülebilir kalkınma, bir ihtiyacı, gelecekten gelen tehditleri göğüslemeye yönelik bir arayıştır. Böylece insan ile tabiat/doğa arasında denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasına ve kalkınmasına imkân verecek bir şekilde bugünün ve geleceğin yaşamını ve kalkınmasını programlama anlamı taşımaktadır. Böylece sürdürülebilir kalkınma, sosyal, ekolojik, ekonomik, mekânsal ve kültürel boyutlarda meşru ve makul bir çözüm arayışının dili olmaktadır.
“DİNÎ LİDERLERE BÜYÜK SORUMLULUK DÜŞÜYOR”
Bu bağlamda sorumluluk dini liderlere düşmektedir. Toplumun ve hayatın kalbine dokunmayı başaran dini söylem, bugün her yaştan ve her meslekten insanı bu konularda bilgilendirme görevini üstlenmelidir. Esasen İslâmi gelenekte zaten her Müslüman, yetkin olduğu ölçüde her bir kardeşini hatta insanlık dünyasını “ateşin azabından korumak” konusunda derin mükellefiyetler taşımaktadır. Dini önderlerin görevi, toplamda yaşamı zehir eden bir zulmetle açıklanabilecek bu kaygıyı gidermek üzere gerekli duyarlılıkları harekete geçirmek, ayrıca bu konudaki sorunlara azami derece önem vererek sorunu canlı tutmaktır.”
Kongre kapsamında Astana’da bulunan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, akşam saatlerinde Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in dini liderler onuruna vereceği davete katılacak.