'Harika!' diyordu o kendisine pek yakışan gülüşle birlikte karşımızda duran Vav'a baktıkça İlhan Berk.
Dönüyor, şiirden, şair olmaktan, elmanın tadından, şairlerin kaderinden söz açıyor, lakin o bakış cezbelenmesinin çarpıntısı altında tekrar tekrar 'harika!' diyordu parmağıyla Vav'ı göstererek. Şimdi hatırlamıyorum, o mütevazı olduğu kadar dünyaya sonsuz bir iniş yapan 'Vav' hangi hattatındı. Kendisi de ressam olan İlhan Berk şüphesiz hat sanatındaki yüksek şiiri duyuyor, onun geometrisini hissediyor, aşkla ona teslim olmaktan kendisini alamıyordu. Boşuna değil şimdi durup dururken İlhan Berk'i hatırlamam. Hasan Çelebi'de, belki en çok onda, fakat daha çok ellerinde, o ellerin titreyişinde bambaşka bir şiir ve zaman müziği duymuş olmalıyım. Hattatı en son Sabiha Gökçen Havalimanı'nda, kendisini uçağa götüren otobüste görmüştüm ilkin yakından. Yüzünü çevreleyen teslimiyet, tevazuuyla onu tereddütsüz 'çelebi' kılıyordu şüphesiz. Şimdi o, bu ülkede yetişmiş büyük bir hattat olmanın gururuyla değil, ömrünü adadığı bir sanatın kabul çağlarını görmenin huzuru içindeydi. Şöyle bir otobüse göz gezdirdim, acaba böylesi bir sanatçıdan haberi olan var mıydı ? Henüz değil, henüz değil dedim içimden. Belki bir gün, belki yakında.
Hasan Çelebi yarım asra yaklaşan bir süredir iki kutsal nesnenin arasında kendi kaderinin öyküsünü yazıyor. Kaleme ve kâğıda yaptığı içten yemin nadir yeteneğinin ışığı altında yüksek sanata dönüşüyor. Hor görülmüş, yok sayılmış, yasaklanmış, tu kaka edilmiş, evrensel ve özgür bir sanata bağlanmak ve bu bağlılıkta sebat etmek kolay olmasa gerek. O eller, kaleme sarılan ve daha başka hiçbir nesnenin çıkaramadığı o ebedi cızırtı, sanki dönmüş ses tellerine de sirayet etmiş bu yazı şairinin. 'Harika' onda yalın ve yüksek bir marifete dönüşmüş. Hat sanatının kutsal ile kurduğu engin bağlantı zaman içinde üslupların aralığında kendi coşkun akışkanlığını da kazanmış elbette. Mizaç, yazının yolunda sosyal olduğu kadar estetik formlara bürünmüş. Böylelikle hat sanatı güzel yazı olmaktan öte özgün yazmanın ve her hattatın çağını yorumlamasının alanı da olabilmiş. Ben, Hasan Çelebi'nin titreyen sesinde ve titreyen ellerinde gelip geçtiği çağın kaderini de gördüm bu yüzden. Biraz kederli, biraz yorgun, biraz kırgın, biraz umutlu ama mutlaka görmüş geçirmiş bir kader.
O vakur ve saf yazı şairi, daha dün, Çankaya Köşkü'ndeydi. Devlet saygıyla selamlayıp önünde eğildi. O ise kürsüye ağır adımlarla yaklaştı, heyecan, mahcubiyet, mahbubiyet ve ellerinin içten titreyişlerine saklanmış acı içinde titrek sesine gömdü, sadece kendisine değil hepten ait olduğu sanata takınılan vahşi ve saçma tutumu sonsuza dek anlamsızlaştırıverdi. O titreyen eller, sanki artık sevdiğine kavuşmuş âşığın uzattığı el kadar saf ve temizdi. Dokunup dokunmamanın, kavuşup kavuşmamanın anlamı yoktu. O ateşin sınavından başarıyla geçmişti. İşte, bir yok sayıcılığın, acımasızlığın, travmatik faşizmin sonu bir kere daha geliyor, hattat, gerisinde onca ölümsüz eser ve bu ölümsüzlüğü geleceğe taşıyacak yüzlerce talebe arasında geleceğin perdesini dalgalandırıyordu. Elbette titreyen elleri ve titreyen sesiyle. O ellerde Erzurum'un karlı soğukları, hep saklanmış çocukluk düşleri, ertelenmiş güzel sözler, uzaklarda kalmış söğüt gölgeleri, inanç mayasının bahardan bahara patlayan kabarcıkları da vardı şüphesiz. İnanç estetiğin kıvrımlarıyla en zarif dansına kalkmıştı.
Hattatın mürekkebe daldırdığı her kalem, artık kendi ömür çizgisini çekmekle kalmayacak inanç ve yaşama estetiğinin örnek bir eylemine de dönüşecektir. Hasan Çelebi'nin elli yıl boyunca, elleriyle kurduğu bu yazı denizi, 'denizler mürekkep olsa' nidasının altında bir harika çılgınlık olarak zaman levhasını süslemeye devam edecek. O titreyen eller, o titreyen ses ise yenilmişlerin ancak ebedi yenilmişlerin derin tebessümü altında kendi makamını bulacaktır. Yüzündeki anlaşılabilir tebessüm acısını baştan beri bilen bir yolcuya aittir. Onu görüp duydum ben. Duyduğumu, gördüğümü, bildiğimi, saygıyla yeniden sevdim. İçten içe sevdim hem.
Yazı, yazdığı yazıya adarken kendisini kim bilir asıl sanat da bu olduğunu fısıldar yeryüzüne.Hasan Çelebi'nin binlerce kez mürekkebe dokunan kalemi uzaklarda çok uzaklarda kutsal sanatın mahcup içlenişi olarak kendisine sığınacak gönüller arar. O gönlünü bir hattat olarak çoktan vermiştir harflerin ebedi çağrısına. Titreyen eller ölümsüz gençlik kıvrımlarıyla yaşayacaktır kâğıt ve kalem ve yazı arasında. Aşkla.
Ufuk Bozkır / ZAMAN