Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmeyin.” (Hucurât, 49/1) Allah’ın önüne geçmeme, O’nun emirlerine muhalefet etmeme anlamına gelmektedir. Burada Zât-ı Uluhiyet’in ismi ta’zimen zikredilmiştir.
“Resûlü’nün önüne geçmeyin” emri ise, O’nunla yürürken, namaz kılarken, söz söylemede, işe karışmada, fikrinizi ileri sürme gibi hayatın değişik ünitelerinde O’nun önünde olmayın anlamına gelmektedir. Zira O, müracaat edilecek bir zat ve bir merkezdir. Herkes O’na müracaat eder ve O’ndan aldığı nurlarla aydınlığa kavuşur. Bu yönüyle de o bir mercidir. Herkes kovasını O’ndan doldurur ve O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), kovasını kimseden doldurmaya ihtiyacı yoktur. O bir fikir membaıdır; herkes O’ndan fikir alır ve O’nun kimseden fikir almaya ihtiyacı yoktur. O, tenezzülen başkalarıyla meşveret etmişse, “siz de meşveret edin!” manasına bize meşveret yolunu göstermiştir. Hâsılı, Cenab-ı Hak (celle celaluhu), hiçbir hususta müminlerin Allah Resûlü’nün önüne geçmemelerini istemektedir.
Sahabe Anlayışı
Bir sonraki ayette bir hamle daha ileriye gidilerek, “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir.” (Hucurât, 49/2) buyurulmaktadır. Bu ayet nazil olunca, ashabdan Hz. Sâbit b. Kays b. Şemmas çok etkilenmişti. Zira o, çok tok sesli bir insandı. Muharebe meydanlarında nâra attığı zaman düşmanın içine velvele salardı. Hz. Sâbit bu denli civanmert, babayiğit ve cesur olması ölçüsünde aynı zamanda bir o kadar da edep abidesi ve Allah Resûlü’nün huzurunda kendisine teklif edilen edep karşısında yüzü yerde ve mütevazı bir insandı. İşte o, bu ayetin nazil olmasından sonra etrafta pek görünmez oldu. Aynı zamanda kısa bir süre mescide de gelmedi. Bunun farkına varan Efendimiz, Hz. Sâbit’in nerede olduğunu sordu. Orada bulunan sahabilerden birisi:
“Ya Rasûlallah! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve gidip evinde onu oturmuş, başı önde ağlıyor vaziyette buldu. Bunun üzerine,
“Neyin var, niye ağlıyorsun?” diye sordu. Hz. Sâbit,
“-Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin- ayeti nazil oldu. Ben ne kadar kısarsam kısayım yine de sesim Allah Resûlü’nün sesinden yüksek çıkıyor. Korkuyorum, amellerim boşa gider ve cehennemlik olurum.” dedi. Sahabi, Hz. Sâbit’in bu sözlerini işitince doğru Aleyhissalâtu vesselâm’a geldi ve durumu haber verdi. Bunun üzerine Efendimiz şunları söyledi: “Ona git ve şöyle de: Sen cehennemlik değil, cennetliksin!” (Buhari)
Biz Bu İşin Neresindeyiz?
Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı Ashab-ı kiram, edebini ayarlarken ve kendisini akord ederken hep böyle davranmaktaydı. Bilmem ki bizler de ulemâ, fudalâ ve evliyaya karşı bu şeylerin farkında mıyız? Ulema, O’nun dava-i nübüvvetini verâset yoluyla ihlas ve samimiyetle temsil eder ve bu cihetle emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yaparlar; Fudalâ ve sulehâ-i ümmet, Efendimiz’in ubudiyet cihetini; veliler ise O’nun velâyetini ve mana yönünü temsil ederler. Herkes Cenab-ı Hakk’ın yaktığı o meşaleden farklı şekilde istifade eder ve O’na ait bir güzelliği sergiler.
Burada hemen şunu ifade etmeliyim ki, Allah Resûlü’ne gösterilmesi gerekli olan saygı ve sevginin bu insanlara da gösterilmesi mevzuunda hiç kimsenin tereddüdü olmamalı. Zira Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerine ait olan esaslar, aynı zamanda bizim hayatımızı düzenleme ve tanzim etme bakımından birer rehber ve misaldir; ancak şu husus da göz ardı edilmemelidir: Efendimiz, hayâ ve edebinden kendi şahsına karşı hiçbir zaman saygı ve hürmet gösterilmesini istememiştir. Vakıa, bazı konularda yer yer rahatsız olduğu da olmuştur. Bir yere gittiği zaman orada bulunan Ashab, saygıları gereği ayağa kalkarlardı, fakat O, katiyen bunu istemezdi. Busayri, “Allah Rasûlü’nün mucizeleri büyüklük bakımından kadr u kıymetine uygun mertebede olsaydı, O’nun mübarek adı anıldığında tamamen çürümüş kemikler dahi dirilir ve ayağa kalkardı.” der. Kemikler bile ayağa kalkıyorsa, insanlar da O’na ayağa kalkmalıdırlar.
Süleyman Çelebi’nin mevlidini okurken “Doğdu ol saatte” ifadeleri geçtiğinde bizler de bir saygı ifadesi olarak ayağa kalkar ve “Hoş geldin ya Resûlallah” deriz. Gerçi Allah Resûlü, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi bana ayağa kalkmayın.” diyordu ama büyüğe düşen büyüklüktür, bize düşen ise ayağa kalkmaktır.
Buradan hareketle ulemâ, sulehâ ve evliyaya düşen vazife, şahıslarına karşı etraftan tazim beklentisi içine girmemeleridir. Ancak onların etrafında bulunan ve onların feyizli derslerinden istifade eden, onlarla rezonans olan ve içleri aydınlığa kavuşan kimselere düşen vazife de bu büyüklere karşı tazimkâr olmaktır. Her şeyden evvel bu bir kadirşinaslık borcudur.
Biz edebi Efendimiz’den öğrendik. O edep sultanının edebinin kaynağı ise Hz. Aişe validemizin ifadesi ile Kur’an’dır. O’ndan Allah Resulü’nün ahlâkını anlatmaları istendiğinde Hz. Aişe validemiz, “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an’dır.” demişti.
ÖZETLE:
1- Hucurât Sûresi’nde geçtiği gibi Allah (celle celaluhu), hiçbir hususta müminlerin Allah Resûlü’nün önüne geçmemelerini istemektedir.
2- Efendimiz’e gösterilmesi gerekli olan saygı ve sevginin büyük zatlara da gösterilmesi mevzuunda kimsenin tereddüdü olmamalıdır.
3-Büyüklere düşen vazife, şahıslarına karşı tazim beklentisi içine girmemeleridir. Etrafındakilere düşen ise onlara karşı tazimkâr olmaktır.